+

İnsan, hayatı boyunca sürekli bir öğrenme hâlindedir. Ne kadar yaş alırsa alsın, aslında hiçbir yaşın tam anlamıyla ustası olamaz. Çünkü her yaş, kendi imtihanını beraberinde getirir; insan da her yaşın acemisi olarak o imtihanların içinde yeniden yoğrulur.

Çocukluğu ele alalım. Bir çocuk ilk kez yürümeye çalıştığında düşer, dizleri yara bere içinde kalır. Sonra düşmekten korkmayı, kalkmanın gerekliliğini öğrenir. İlk okula başladığında defterine eğri büğrü harfler yazar, yanlış yapmaktan çekinir. Ama hatalarından öğrenir. Çocukluğun acemiliği, hayata dair ilk denemelerle doludur.

Gençliğe geldiğimizde acemilik başka bir yüzünü gösterir. İlk defa âşık oluruz. Kalbimizin hızlı çarpışına, elimizin titremesine, kelimelerimizin boğazımızda düğümlenmesine hazırlıklı değilizdir. Üniversiteyi kazanıp başka bir şehre taşındığımızda, ilk kez yalnız kalmanın acemiliğini yaşarız. Marketten ne alacağımızı, faturaları nasıl ödeyeceğimizi, dostluğu kimlerle kurup kimlerden uzak duracağımızı yavaş yavaş öğreniriz. O yaşın acemiliği, özgürlüğün ağırlığıyla ilgilidir.

Sonra yetişkinlik gelir. Çalışma hayatına atılırız. İş görüşmesine girerken ellerimiz terler; ilk maaşı aldığımızda çocuksu bir sevinç duyarız. İlk kez bir işin sorumluluğunu üstlenmenin, ilk kez bir patronun beklentilerini karşılamaya çalışmanın telaşı bambaşkadır. Evlilikle birlikte hayatın rengi değişir. Aynı evi paylaşmanın, farklı alışkanlıklarla aynı sofrada oturmanın acemiliği başlar. Bir gün çocuk sahibi olduğumuzda ise, en yoğun acemiliklerden biriyle karşılaşırız. Küçücük bir canın gözlerimizin içine bakışı, ağlaması, gülüşü… Ne kadar kitap okursak okuyalım, ne kadar tecrübe dinlersek dinleyelim, ilk defa anne veya baba olmanın şaşkınlığını üzerimizden atamayız.

Yaş ilerledikçe başka acemilikler çıkar karşımıza. Orta yaşın krizi dedikleri şey belki de tam olarak budur: Arkaya dönüp bakarız, yapamadıklarımızı görürüz. Geleceğe bakarız, yolun azaldığını fark ederiz. İlk kez zamana yetişememenin acemiliğini yaşarız. Bir sabah aynaya baktığımızda saçımızda beliren beyazları, göz kenarımızdaki çizgileri fark ederiz. Bu, kabullenmenin de bir acemiliğidir.

Yaşlılık ise bambaşka bir kapı açar. Emeklilik, ilk başta tatlı bir özgürlük gibi gelir; sonra insan, boş zamanın ağırlığını taşımakta zorlanır. Torun sahibi olduğumuzda gözlerimiz dolar; “ben de bir zamanlar bu yaşlardaydım” deriz. Ama torunla nasıl oyun oynanır, nasıl sabredilir, nasıl nasihat edilir, bunları da yeniden öğrenmek gerekir. Yaşlılığın acemiliği, geçmişin yüküyle bugünün hafifliğini dengelemeye çalışmaktır.

Aslında hayat bize şunu fısıldar: Hiçbir yaşın provası yoktur. İlk kez yirmili yaşları yaşarız, ilk kez kırklı yaşları, ilk kez yetmişi… Her yaş, sadece bir kez gelir ve geçer. O yüzden her dönemin kendine has acemiliği vardır.

Gündelik yaşamda da bunu sık sık görürüz. İlk kez araba kullanan biri direksiyon başında ter döker, yan aynayı ayarlamayı unutabilir. Emekli bir insan ilk kez sabah alarm kurmadan uyanır ama günün uzunluğuyla ne yapacağını bilemez. Genç bir öğretmen ilk dersine girdiğinde öğrencilerin gözleriyle karşılaşır, sesi titrer; yılların öğretmeni bile yeni bir sınıfta yine heyecanlanır. Yeni taşınan bir komşu ilk kez kapınızı çaldığında nasıl karşılayacağınızı düşünürsünüz. Çünkü her an, her durumda insan yeniden acemi olur.

İşte bu yüzden kibirlenmemek gerekir. “Ben bu yaşı gördüm, artık her şeyi bilirim” demek, hayatın şaşırtıcı sürprizlerini küçümsemektir. Hayat öyle cömerttir ki, her yaşta bize yeni bir ilk verir. Her yaşta öğrenmeye, şaşırmaya, yeniden sevinmeye ve üzülmeye davet eder.

Belki de insanın en büyük ustalığı, her yaşta acemi olduğunu kabul edebilmesidir. Çünkü acemilik, merakı diri tutar. Acemilik, insanın kalbini genç kılar. Her yaşı bir ilk gün gibi yaşamayı sağlar.

Sonuçta insan, her yaşın acemisidir. Ve belki de bu acemilik, hayatın bize sunduğu en güzel armağandır.