Bilim insanlarının izini süreceğimiz yolculuğumuzun ikinci yazısı. Cumhuriyet’e aklıyla, kalbiyle, bilgisiyle katkı sunmuş bir büyük öğretmene kulak veriyoruz: Prof. Dr. Mustafa İnan. Bu bilim insanlarının her biri yaşadığı çağda bir meşale taşıdı; kimi bilinmeyene ışık tuttu, kimi susturulan hakikati kelimeye döktü. Bu yazı dizisinde onların hayatlarına, mücadelelerine ve ardında bıraktıkları izlere yakından bakacağız.

Mustafa İnan, Adana’da bir trenin son vagonunda başladı hayata. Babası Ali Rıza Bey, seyyar posta memuruydu. Geceleri trenle dönüp sabah altıda yeniden çıkardı yola. Ali rıza Bey’i her gece peronda bekleyen bir çocuk vardı: Mustafa. “Oğlum, sen adam olmayacak mısın?” diye sitem etse de, içten içe onun farklı olduğunu hissediyordu. Altı kardeşi yaşamamıştı. Mustafa yaşasın diye kulağına küpe bile taktılar, Azrail kız sansın da canını almasın diye. Dört yaşında terastan düştü ama ölmedi; çünkü bu çocuk başka bir yolun yolcusuydu.

Okulda defter bile taşımazdı. Öğretmeni bir gün beşinci sınıf problemini yazdı tahtaya ve sınıfta tek el kalktı. Mustafa. Yağmur yağıyordu. Problemi çözdüğinde güneş birden açtı, ışık doğrudan onu aydınlattı. Bu tarihi anın bir tesadüf olamayacağını düşünen öğretmeni bayıldı. Öğretmeni o an anlamıştı ki bazen bir çocuğun cevabı ilerleyen yıllarda çözeceği birçok zorlu problemin cevabı gibiydi. Çünkü bazen bir çocuğun cevabı, sadece doğru olmakla kalmaz; ışığı da çağırırdı.

Mühendis mektebini birincilikle bitirdi. Zürih’e doktora yapmaya gittiğinde, daha ilk gün şu soruyla karşılaştı: “Siz matematik ve fizik biliyor musunuz?” Türk evladı olarak bu hitabu onur kırıcı buldu. O sırada, İsviçre’de bir köprü yıkılmıştı, haftalardır neden çöktüğü anlaşılamıyordu. Mustafa bir gece boyunca çalıştı, sabah hocalarının önüne bir not bıraktı: “Köprünüz bu yüzden çöktü.” Bir taşıyıcı kiriş üzerindeki gerilim hatasını gösterdi. Sessizce, sadece bilerek, ama onurlu bir tavırla cevap verdi: “İşte matematik budur.” Türk Milletinin onuruna bir katkı sunduğu için gururluydu.

Ona “kal burada, sen bir dehasın” dediler. Ama o, ülkesine döndü. Çünkü köprü kurmak sadece mühendislikle değil, aidiyetle olurdu. İTÜ’de mukavemet dersleri verdi. Karlı bir İstanbul sabahında, yollar kapalıyken yürüyerek okula gitti. Çünkü belki bir öğrenci gelmişti. Eve döndüğünde 39 derece ateşi vardı. Eşi sitem ettiğinde, sadece şunu söyledi: “Ama öğrenci gelmişti.”

Matematiği bir disiplin değil, bir vicdan gibi gördü. Hayyam’ı ezbere bilirdi. Aşkını da onun dizeleriyle anlattı Jale Hanım’a:

“Sevgili, seninle ben bir pergel gibiyiz,

İki başımız var, bir tek bedenimiz,

Ne kadar dönersem döneyim etrafında,

Sonunda baş başa verecek değil miyiz?”

Yalnızca ders anlatmadı. Ülkenin mukavemetini de hesaba kattı. TÜBİTAK’ın kuruluşunda yer aldı, kitapları kara borsaya düştü. Çünkü onun anlattığı şey, sadece bilim değil, duruştu.

Hastalığı ilerlediğinde, yurtdışına gitmesi gerekti. Üniversite masrafları karşılamak istedi. “O para yeni Mustafalar için,” dedi. Arkadaşları, öğrencileri para topladı. Jale Hanım’la birlikte Freiburg’a gitti. Bir gece yatağında eşine döndü ve şöyle dedi: “Çok yoruldum. Beni affet. İlacımı verin, uyuyayım.” Sabahına, Mustafa İnan artık yoktu.

Üç gün hastanede kaldı. Para yoktu. “Mustafa öldü, para gönderin,” demeye dilleri varmadı. Bugün İstanbul-Ankara yolunda Gültepe ve Korutepe tünellerinin arasında bir köprü var: Prof. Dr. Mustafa İnan Viyadüğü. Belki binlerce araç geçiyor üstünden ama kaç kişi bilir o ismin ağırlığını?

Bir tabela var o viyadüğün başında: “Önünüz karanlık. Farlarınızı yakın.”

Mustafa İnan hâlâ derste. Hâlâ ışık yakıyor. Çünkü onun hesabı, yalnızca köprülerin değil, bu milletin yarınlarının mukavemetini ölçen hesaptı.

Biz, bu ışığı sürdüreceğiz.

Bilime, emeğe, vicdana ihtiyacımız var.

Mustafa İnan gibi insanlara da…

Vesselam.