Her mesleğin bir geleneği vardır, kabul. Ama bu, o mesleği icra eden herkesin aynı kalıba dökülmesi gerektiği anlamına mı gelir?
Tıp bir protokol işidir; can kurtarırken hata affetmez. Mühendislik hesap ister; bir santimlik sapma, bir felaketi çağırır. Ama edebiyat… Edebiyat bir ruhtur, özgürdür, sonsuz kıvrımlarla akar. Neden onun da tornadan çıkmış gibi üç bölümlü bir iskelete uyması zorunlu olsun?
Hatırlıyorum… Lise yıllarında edebiyat öğretmenimiz. Sınavda bir makale yazmamızı istedi. Benim yazdığım makale de cümlelerim düzgün sıraya girmemişti belki ama yüreğim sayfalara dizilmişti. Yatılı okulun yatakhanesinin soğukluğundan, geceleri battaniyeye sinmiş anne kokusunu özleyişimden, o okulda annemin yaptığı tarhana çorbasının sıcaklığını arayışımdan bahsetmiştim.
Öğretmen kâğıda baktı, sonra bana: “Giriş bölümün yok. Sonuç bölümü de eksik.”
“Hocam,” dedim, “Okuyunca anladınız mı ne demek istediğimi?”
“Anladım evladım… Ama işte giriş kısmı... Şey olmamış.”
“Ne olmamış hocam?”
“Yani oğlum, kısaca olmamış işte.”
Sahi, on altıncı yüzyılda birileri bir kural koyduysa, biz de hâlâ öyle mi yazmak zorundayız?
Oysa spor dünyası her yeni nesille değişiyor. Her kuşak bir şeyleri aşıyor, geliştiriyor. Hatırlayın, 1976’da küçük bir kız çocuğu vardı: Nadia Comăneci. Öyle bir hareket yaptı ki; Jimnastik tarihinin gördüğü en kusursuz çığır açan yeni bir hareketi. Daha önce kimseye verilmemiş 10 tam puanı aldı. Çünkü o, kendinden öncekilere değil, içindeki sezgiye kulak verdi.
Bugün Toprak Razgatlıoğlu var mesela… 320 kilometre hızla viraja girerken arka tekeri kontrollü şekilde havaya kaldırıyor. Kimse ona , "arka teker yere değmedi, bu kurallara aykırı," demiyor çıkışmıyor. Aksine, "viraj alma tekniğinde devrim yaptı" diyorlar. Motorun üretici firması ön tekerin fren sistemini bu sayede yeniden geliştirdi. Çünkü o, fizik kurallarına değil, fiziğin sınırlarını zorlamaya inandı.
Peki ya edebiyat?
Bir yazar, hikâyesinin sonunu okuyucunun hayaline bırakınca neden “eksik” sayılıyor? Niye ille de bir “giriş-gelişme-sonuç” üçlemesine sığmalı yazdıkları? Hayat böyle mi akıyor ki? Her yaşanmışlık sıralı mı? Her duygu sonuçlu mu?
Bakın, bir yazar romanını yayımlamadan önce düzeltmeleri de sayarsak en az elli defa okur. Satır satır, kelime kelime… Elli defa baştan sona gözden geçirir. Her kelimeyi ölçer, biçer. Okuyucusuna “eksik” bir şey sunmamak için aylarca, yıllarca adeta romanıyla birlikte yaşar.
Sonunda yayınevine teslim eder. Sonra bir yorum gelir: "Tek kelimeyle... olmamış. Sonu beni şaşırtmadı. Muallakta kalmış."
Oysa belki de yazar tam da bunu istemiştir. Hikâyeyi okuyucunun yüreğine emanet etmek istemiştir. Son sayfayı okuyan göz değil, o gözü yönlendiren kalp tamamlasın istemiştir. Samimi olmak, kalıpların dışına çıkmak istemiştir. Ama ne yazık ki edebiyat dünyası hâlâ on altıncı yüzyılın gölgesinde, kuralların zincirleriyle bağlı gibi…
Bir yazar konuşmacı olarak kürsüye çıkar yazımla ilgili bir şeyler söylemeye başladığında Victor Hugo öyle demiş, Kafka şu şekilde yazmış diye anlatır da anlatır. Kafka’nın cep telefonu bile yoktu, şimdi z kuşağı cep telefonu ile büyüyor.
Z kuşağını okumuyor diye suçluyorlar. Belki de çocuklar, kalıplara dökülmüş hikâyeleri sevmiyorlar. Belki istiyorlar ki metin, onlara ders vermesin; sorular sorsun. Belki Toprak gibi virajı başka türlü almak istiyorlar. Belki onların dünyasında cümleler, başı-sonu belli değil, hissi güçlü nehirler gibi akmasını istiyorlar.
Edebiyat neden kendini yenileyemez?
Bir futbolcu yeni pas teknikleri geliştirince alkışlanıyor. Bir yüzücü rekorları altüst edince “efsane” oluyor. Bir mühendis, bir doktor, bir tasarımcı yeni bir yaklaşım geliştirdiğinde “vizyoner” deniyor. Ama bir yazar farklı bir üslup denediğinde; yanlış yoldasın muamelesi görüyor.
Oysa her büyük sanat, cesaretle başlamamış mı?
Pablo Picasso, kübizmle dünyayı sarstığında herkes anlamadı. Anlamadılar ama yine de sustular, çünkü biliyorlardı ki sanat ilerlerken değil, meydan okurken büyür.
Edebiyat da öyle… Bir yazar kendi yolunu çizdiğinde başlar değişim. Kalemiyle değil, cesaretiyle çığır açar.
O yüzden bırakın çocuklar hikâyelerini ters yazsın. Bırakın sonu olmayan öyküler yazılsın. Belki de o son, her okurun kalbinde başka bir yerde tamamlanacaktır.
Kimin yazdığı önemli değil; nasıl yazdığı da. Önemli olan, yazılan okuyucuya neyi hissettirdiği.
Edebiyat bir yarış değil, bir yolculuktur. Kimi dümdüz gider, kimi virajlı... Ama her yazar kendi rotasını çizer.
Yazı kalıba girince değil, kalıptan taştığında yaşar. Ve bazen olmamış denen yazılar, aslında zamanının ötesinde olanlardır.
Yazarın Notu: Bu yazı, kalıplarla savaşan ama kelimelere inanan herkese ithaf edilmiştir.