Bilim insanlarının izini sürerek bir yolculuğa çıkıyoruz. Her biri yaşadığı çağda bir meşale taşıdı; kimi bilinmeyene ışık tuttu, kimi susturulan hakikati kelimeye döktü. Bu yazı dizisinde, onların hayatlarına, mücadelelerine ve ardında bıraktıkları izlere yakından bakacağız. İlk durakta, kendi medeniyetimizin içinden çıkmış ama adını bile duymadığımız nice büyüğümüzü bizlere yeniden hatırlatan bir ismi ağırlıyoruz: Prof. Dr. Fuat Sezgin. Onun hikâyesi, yalnızca bireysel bir başarı değil; unutturulmuş bir geçmişi ayağa kaldırma çabasıdır.
İslam medeniyetinin altın çağının kâşifi, Müslüman bilim insanlarının pek çok eser ve buluşunu gün yüzüne çıkaran dünyaca ünlü bilim tarihçimiz Prof. Dr. Mehmet Fuat Sezgin, 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis, Kızıl Mescit’te dünyaya geldi. Onun yolculuğu, sadece bireysel bir ilim sevdasının değil, aynı zamanda bir medeniyetin unutulmuş hafızasını yeniden inşa etmenin hikâyesidir.
Işığın Doğudan Yükselişi
“Miladi 850 yılından itibaren, 16. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Yeni ilimler kurdular, eski ilimleri keşfettiler ve ileride kurulacak bazı bilimlerin temellerini attılar.”
Bu sözler, Fuat Sezgin’in sesiyle gelen bir uyanış çağrısıdır; sadece bir tarih aralığını işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda uzun zamanlardır unuttuğumuz, geri plana ittiğimiz ve hatta reddetmeye başladığımız bir medeniyet mirasının bizden yeniden talep ettiği sorumluluğu hatırlatır. Bu miras, sadece bilgiyle değil; bilgiyi yorumlama kudretiyle, onu insanlığın hayrına kullanma iradesiyle yoğrulmuş bir birikimin adıdır.
İslam dünyasında 8. yüzyıldan itibaren başlayan büyük ilmî hareket, Abbasiler döneminde kurumsal bir boyut kazanarak Bağdat’taki Beytülhikme merkezli büyük bir bilgi üretim merkezine dönüşmüştür. Beytülhikme sadece Yunanca metinlerin Arapçaya çevrildiği bir kurum değil; metinlerin eleştirildiği, geliştirildiği ve özgün katkıların yapıldığı bir ilim mahfiliydi. Burada yetişen bilim insanları, yalnızca çeviri yapmadılar; Hint, İran, Yunan ve Süryani miraslarını sentezleyerek matematikten astronomiye, tıptan mühendisliğe kadar özgün katkılar sundular.
İbn Sina'nın "El-Kanun fi't-Tıbb" adlı eseri, yedi yüzyıldan fazla bir süre boyunca Avrupa üniversitelerinde okutulmuş; El-Birunî'nin trigonometri ve coğrafyaya dair çalışmaları Batılı bilim insanlarını hayran bırakmıştır. El Cezerî'nin sibernetik temelli mekanik tasarımları, çağdaş robotik mühendisliğinin ilham kaynaklarından biri olarak görülür. İbn el-Heysem, modern bilimsel yöntemin ilk formülasyonunu yapan kişi kabul edilirken, matematiksel fizik ile deneysel optik arasında güçlü bağlar kurmuştur.
Fuat Sezgin’in işaret ettiği gibi: “Müslümanlar, kendilerinden evvelki bilimleri geliştirdiler bu birincisi. İkincisi, yeni bilimler kurdular, bugün Avrupa'da gelişmiş olan yeni bilimlerin kısmen temellerini attılar.”
Bu birikim, yalnızca teknik başarılar manzumesi değildir. Bu, aynı zamanda hayatı, varlığı ve insanı anlama çabasının ilimle yoğrulmuş halidir.
Batı’nın Yeniden Doğuşu
Aynı yüzyıllarda Batı, kendi karanlığından uyanıyordu. Rönesans adı verilen bu yeniden doğuş, yüzyıllarca bastırılmış aklın, susturulmuş merakın, korkutulmuş özgürlüğün yeni bir dile kavuşmasıydı. Antik Yunan metinleri sadece raflardan çıkarılmadı; yeni sorularla yeniden yazıldı.
Leonardo da Vinci, insan bedenine baktığında kas liflerinden ibaret bir organizma görmedi; ona göre her doku, yaradılışın bir sanat eseriydi. Galileo’nun teleskobundan düşen görüntüler, sadece gezegenlerin yer değişimini değil; otoritelerin oturduğu koltukları da sarsıyordu. Newton’un yerçekimini formüle etmesi, tabiatın da bir dili olduğunu, bu dilin de ancak akıl ve emekle çözülebileceğini gösteriyordu.
Ve bilimin bu yeni yüzü, salt hesap değil; yorum, anlatı, ifade oldu. Mimari, yalnızca barınak değil; ruhun taşla konuşmasıydı. Gaudí, sanki taşın içindeki duasını çıkarır gibiydi. Frank Lloyd Wright, doğayla mimariyi kavuşturarak yapıyı adeta bir canlıya dönüştürdü.
Bu dönemde bilim ve sanat ayrılmaz hale gelirken, bilimsel bilginin insanî değerlerle bütünleştirilmesi fikri öne çıkmıştır. Rönesans’ın öncüleri, bilimi teknik bir araçtan öte, insanın kendini anlama ve inşa etme yolculuğunun asli bir durağı olarak görmüşlerdir.
Çin, Hindistan ve Sessiz Zihinler
Çin’in çıkardığı kağıt, sadece yazmak için değil; düşüncenin dolaşıma girmesi, bilgiyi taşıması içindi. Pusula, yön göstermekten öte; bilinmeyene cesaretle yönelmenin simgesiydi. Hintli matematikçilerin sıfırı tanımlaması, yokluğun da hesaplamanın bir parçası olduğuna dair dünyanın gördüğü en derin sezgilerden biriydi.
Bu toplumlar, soruları kutsal görürken, cevapların mutlak olmadığını da kabul ediyordu. Gözlem, onlar için sadece bilimsel değil; ahlaki bir sorumluluktu. Bu anlamda, Çin ve Hindistan’ın bilimsel katkıları sessiz ama temel nitelikteydi; özellikle astronomi, tarım ve mühendislik gibi uygulamalı bilimlerdeki yenilikleriyle dünya bilim tarihine önemli katkılar sundular.
Günümüzde Din ve Bilimin Ayrı Düşürülmesinin Trajedisi
Bugün Batı’da bir rahip, laboratuvarda çalışabilir; bir haham, fizik seminerinde konuşabilir. Din adamları, uzay gözlem merkezlerinde görev alabilir. Zira onlar, düşüncenin tek bir kaynaktan doğmadığını, Tanrı’nın bilgisinin tabiatta da okunabileceğine inanırlar.
Bizde ise dinî düşünceyle bilimsel bilgi arasında zamanla belirginleşen bir mesafe oluşmuştur. Her iki alanın da kendi içine kapanması, aralarındaki etkileşim zeminini zayıflatmış, düşünce dünyamızı parçalı hale getirmiştir. Oysa tarihimiz, bu iki alanın birbiriyle konuştuğu, birlikte geliştiği dönemlerin örnekleriyle doludur. Bu diyalogun eksikliği, sadece kurumsal düzeyde değil; bireysel düşünce dünyamızda da bütüncül bir bakışın eksikliğine yol açmıştır.
Fuat Sezgin bu durumu şu sözlerle dile getirir:
“İnsanlar bilmemenin kurbanı oluyorlar. Yani okuyan, yazan, düşünen bir millet olmalıyız. Bu işler de asla dilsiz olmaz.”
Bilgiyle konuşmak, inananın da bilim insanının da boynunun borcudur. Doğru bilgiye ulaşmak, geçmişin mirasını tanımakla başlar. Sezgin'in ifade ettiği gibi, Batı bilim tarihini tanıyan herkesin, onun İslam kaynaklı temel taşlarını da bilmesi gerekir.
Hafızaya Dönmek
Fuat Sezgin, 1950'li yıllarda doktora eğitimi için Almanya’ya gittiğinde, danışman hocası kendisine şöyle der: “Çok şanslısın Fuat, çünkü sen Doğu medeniyetine aitsin. O medeniyet ki, İbn Sina’yı, Farabi’yi, El Cezeri’yi, İbn el-Heysem’i, El-Biruni’yi yetiştirdi. Onlar sadece kendi çağlarının değil, insanlık tarihinin en büyük bilim insanlarıydı.”
Fuat Sezgin ise bu sözleri gülümseyerek, ama içinde derin bir buruklukla dinler. Çünkü o ana dek bu isimlerin hiçbirini duymamıştır. Ve zihninde, ilkokul öğretmeninin bir sözü yankılanır: “Çocuklar, dünya büyük bir öküzün boynuzları üzerinde durur; öküz başını salladığında deprem olur.”
İşte geçmişi bu kadar görkemli, bilimi bu kadar derin bir kültürün evladı olarak, böyle bir öğretinin içinde yetişmiş olmak, onu derinden sarsar. Ve o gün karar verir: Hayatını İslam bilim tarihini ortaya koymaya, bu büyük bilim insanlarının adlarını dünya literatürüne taşımaya adayacaktır.
Yıllar sonra gençlere şu sözlerle seslenir:
“Kendinizi eksik ya da geride hissetmeyin. Biz, bilgiyle yoğrulmuş, keşiflerle öne çıkmış, insana ve kâinata dair büyük hakikatleri sorgulayıp kayda geçirmiş bir medeniyetin çocuklarıyız. Başımızı dik tutmalı, o mirasın izinden yürüyerek yeni ufuklara varmalıyız.”
Bu çaba, sadece bir ilim adamının şahsi gayreti değil; kaybolmuş bir medeniyetin kendine dönme arzusu, sesi kısılmış bir hafızanın yeniden konuşma iradesidir.
İlk adım, hâlâ aynıdır.
Hafızamızı geri almak.
Vesselam.