İnsanlık, silahlarla değil, vicdanla sınanıyor artık. Ve biz bu sınavda sınıfta kalıyoruz.

Bir sabah, sosyal medyada dolanırken bir fotoğrafla karşılaşıyorum: Üzeri tozlarla kaplı, gözleri korkudan büyümüş bir çocuğun elleri havada… Sırtında ne bir çanta ne de oyuncak bir ayı; yalnızca hayatta kalma çabası.

İnsan olmak giderek zorlaşıyor. Çünkü vicdan, yalnızca lüks toplumların dilinde kalan bir kavram haline geldi. Gazeteler, haber bültenleri her gün sivilleri vuran bombaları, enkaz altındaki bebekleri gösteriyor ama birkaç saniyede geçiyoruz. Görüyoruz, üzülüyoruz, ama unutuyoruz.

Çünkü bu çağ, insan kalmanın değil, hayatta kalmanın çağı. Savaşın ortasında çocuk olmak; oyun parkı yerine siperlerde büyümek, ninni yerine siren sesiyle uyumak demek.

Oysa çocuklar sadece çocuk olmalıydı.

Masumiyet, artık haritalarda sınır çizgileriyle bölünmüş durumda. Doğduğu coğrafya bir çocuğun kaderini belirliyor. Kimi çizgi film izliyor, kimi hayatta kalma mücadelesi veriyor. Sözde büyüklerin kurduğu çıkar savaşlarında en çok bedel yine küçük bedenlere düşüyor.

Peki biz ne yapıyoruz?

Yeni bir telefon modeline sevindiğimiz kadar, bir çocuğun yaşam hakkı için kaygılanıyor muyuz?

İnsan olmak; sadece biyolojik bir kimlik değil, bir duruş meselesi. Ve bugün bu duruşu sergilemek, yani insan olarak kalabilmek, her zamankinden daha çetin.

İnsanlık, silahlarla değil, vicdanla sınanıyor artık.

Ve biz bu sınavda sınıfta kalıyoruz.