Murat BAĞIŞ
Köşe Yazarı
Murat BAĞIŞ
 

Şimdi Bana Çocukluğumun Ramazanlarını Verseler

Bu yazı eskiye, eski zamanlara, eski ramazanlara duyulan buruk bir özlemin gönülden kâğıda dökülmesidir. “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım” yada “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” türünden duyguların ardından hayat bulan bir gözyaşı seansının tercümesidir bu yazı. Paylaşılan hayatları, paylaşılan sofraları, paylaşılan kardeşlikleri, dede torun muhabbetlerini, sade ama tadına doyum olmayan iftarları, “bir varmış bir yokmuş” kelimeleriyle başlayan ve uzayıp giden teravih sonrası baba dilinden masalları, hala gözümün önünden gitmeyen sahurları, tatlı bir oruç tutma yarışına döndürülen çocukluğumun ramazanlarını anlatmaktadır bu yazı. Tahta kapılı bahçesi toprak tek köy camisinde hep beraber kılınan teravihleri, her dört rekatta bir bize şarkı gibi gelen salavat ve arapça kısa ilahileri, bir yandan imam okurken çocuk masumiyetiyle gülüp Fatihaların ardından aynı masumiyetle amin diyen biz çocukları, çocukluğumuzun ramazanlarını içinde barındıran bizim hayatımızın hikayesidir bu yazı …. Ramazanın altıncı günü iftar sonrası salonda yalnızım. Akşam namazını kılıp teravihe gitmek yerine birazdan başlayacak dizimi izlemek üzere kumandayı elime aldım ve kanepenin üzerine uzandım. Sehpanın üzerinde sadece bir yudumunu aldığım çay, elimde kumanda, bedenimde günün yorgunluğu, gözkapaklarımda ağırlık dalıp gitmişim. *** Otuz yıl öncesinde annemin o içten, o kırılgan, o müşfik sesiyle uyanıyorum. Sokağa açılan demir kapının önünde bize sesleniyordu annem. “Haydi eve, ezan okunmak üzere, gelip elinizi yüzünüzü yıkayın ve abdest alın. İftarın ardından babanızla beraber camiye yetişin.” Kerpiç evimizin yanında bulunan yetmiş yıllık taştan okulun önünde top oynuyorduk her zamanki gibi. Beşte devre olur onda oyun biterdi. Oyunu bırakan taraf kaybetmiş sayıldığından bazen akşam ezanı okunur biz oruçlu maça devam ederdik. Çok geç kalınca anlaşır ertesi gün kaldığımız yerden devam ederdik. Elektrik gelmemişti köye o ramazanlar. Gazyağıyla yanan lambalar aydınlatırdı akşamlarımızı. Öyle çeşit çeşit hazır içecekler yoktu. Lezzo ya da ayran hazırlardı büyük ablam her iftarda. Abilerimden biri her gün saatler önce köyün tek bakkalından sıraya girerek yetişirse aldığı buz parçalarını da içine atar maşrapayla taslarımıza doldururdu. Sofralarımızın içi sade ve tenha ama etrafı kalabalık ve zengindi o zamanlar. … Eğlenmenin ve gündüz birbirimize doyamadığımız arkadaşlarımızla yeniden buluşmanın habercisiydi teravihler. Babamla beraber giderdik. Bazen ondan önce bile giderdik.Namaz kılar bazen de namazın orta yerinde gülerdik. Her selamdan sonra mutlaka ön saflardan sahibini görmediğimiz bir sesten azar yerdik. Bazı büyükler aramıza girip namaz kılardı gülmemize mani olmak için. Çocuktuk, kendimizi tutamazdık, yine gülerdik. … Yağda kızartılan sıcacık tatlı ekmek kokusu, annemin sesi ve okşamalarıyla kalkardık sahura. Oruç tutmasak da kalkmak isterdik. Annem de kaldırmak isterdi zaten. Siz olmayınca tadı olmuyor derdi. Bayram sofrası kurulur gibi kurulurdu sahur sofraları. Annem, babam, abilerim, ablalarım, kardeşlerim, yeğenlerim, bir aradaydık. Sofra kurulana kadar yer yataklarımızın üstünde taklalar atardık. O gün sahura kalkamayan olursa ertesi gün ballandıra ballandıra anlatır kıskandırırdık. Ramazan ayı, oruç, açlık etkilemezdi bizi. Hayatın tadı vardı. Sokaklar, oyunlar, dünya bizimdi. Mutluluk seslerimiz mahalleyi inletirdi. Sabah erkenden çıkardık bizim dünyamıza. Tahtadan yaptığımız kılıçlarla ve silahlarla savaşırdık. Yalandan yaralanır esir düşerdik. Ölürdük bazen. Galibiyetlerimizi sahura kalkmaya ve fazla yemek yemeye bağlardık. Yenilen arkadaşlar “bugün sizden daha çok yiyeceğiz ve sizi yeneceğiz” derlerdi. Savaşlarımız yalandı ama mutluluğumuz gerçekti. … Ramazan ayının sonuna yaklaştıkça hüzün ve sevinç birlikte yaşanırdı. Ramazanın hediyesi bayram heyecanı da karışırdı bu duygulara. Ramazanın son günlerinde büyüklerimiz kireç badana, temizlik, bayram alış verişi işleriyle uğraşırken biz çocuklar da günler öncesinden başlardık bayramlık elbiselerimizi ve lastik ayakkabımızı giyip giyip çıkarmaya. “Ramazanın ilk ve son iftarı daha güzel olmalı” derdi babam. Onun için son gün daha bir özenle ve masrafla hazırlanırdı sofralar. İftar sonrası giydiğimiz bayramlıklarımızla tesbih namazına gider birbirimize gösterir ve artık bayram sabahına kadar üzerimizden çıkarmazdık. … Ramazan böyle biterdi. Bir sonraki ramazanın özlemi başlardı son akşamına uzandığımızda ramazanın. Yıl döner, biz bir yıl daha büyür ve çocukluğumuzun diğer ramazanları da akıp giden su misali hayatımızdan geçip giderdi. Yıllar geçtikçe bu ahenk bozuldu. Tahta kapılı, çim bahçeli caminin yerini beton ve soğuk bir cami aldı. Cami büyüdü cemaat küçüldü her geçen Ramazanda. Eski tad, eski coşku, eski heyecan da kalmamıştı. Elektrik geldi köye sonra. Siyah beyaz tek kanallı televizyonlar girmeye başladı evlere. Ve biz git gide küçüldük camide, sokakta, her yerde. *** Uzun uzun çalan telefonumun sesiyle uyandım. Çalan telefonum beni tekrar çocukluğumun otuz yıl sonrasına, yalnızlığıma uyandırmıştı. Yoktu kimse yanı başımda. Geçmişe bir özlemmiş bütün gördüklerim. Ve ben hala her ramazan geldiğinde aynı özlemi duyar, “Şimdi Bana Çocukluğumun Ramazanlarını Verseler” diye mırıldanırım içten içe.    
Ekleme Tarihi: 02 Haziran 2017 - Cuma
Murat BAĞIŞ

Şimdi Bana Çocukluğumun Ramazanlarını Verseler

Bu yazı eskiye, eski zamanlara, eski ramazanlara duyulan buruk bir özlemin gönülden kâğıda dökülmesidir.
“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım” yada “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” türünden duyguların ardından hayat bulan bir gözyaşı seansının tercümesidir bu yazı.
Paylaşılan hayatları, paylaşılan sofraları, paylaşılan kardeşlikleri, dede torun muhabbetlerini, sade ama tadına doyum olmayan iftarları, “bir varmış bir yokmuş” kelimeleriyle başlayan ve uzayıp giden teravih sonrası baba dilinden masalları, hala gözümün önünden gitmeyen sahurları, tatlı bir oruç tutma yarışına döndürülen çocukluğumun ramazanlarını anlatmaktadır bu yazı.
Tahta kapılı bahçesi toprak tek köy camisinde hep beraber kılınan teravihleri, her dört rekatta bir bize şarkı gibi gelen salavat ve arapça kısa ilahileri, bir yandan imam okurken çocuk masumiyetiyle gülüp Fatihaların ardından aynı masumiyetle amin diyen biz çocukları, çocukluğumuzun ramazanlarını içinde barındıran bizim hayatımızın hikayesidir bu yazı
….
Ramazanın altıncı günü iftar sonrası salonda yalnızım. Akşam namazını kılıp teravihe gitmek yerine birazdan başlayacak dizimi izlemek üzere kumandayı elime aldım ve kanepenin üzerine uzandım. Sehpanın üzerinde sadece bir yudumunu aldığım çay, elimde kumanda, bedenimde günün yorgunluğu, gözkapaklarımda ağırlık dalıp gitmişim.
***
Otuz yıl öncesinde annemin o içten, o kırılgan, o müşfik sesiyle uyanıyorum. Sokağa açılan demir kapının önünde bize sesleniyordu annem. “Haydi eve, ezan okunmak üzere, gelip elinizi yüzünüzü yıkayın ve abdest alın. İftarın ardından babanızla beraber camiye yetişin.”
Kerpiç evimizin yanında bulunan yetmiş yıllık taştan okulun önünde top oynuyorduk her zamanki gibi. Beşte devre olur onda oyun biterdi. Oyunu bırakan taraf kaybetmiş sayıldığından bazen akşam ezanı okunur biz oruçlu maça devam ederdik. Çok geç kalınca anlaşır ertesi gün kaldığımız yerden devam ederdik.
Elektrik gelmemişti köye o ramazanlar. Gazyağıyla yanan lambalar aydınlatırdı akşamlarımızı. Öyle çeşit çeşit hazır içecekler yoktu. Lezzo ya da ayran hazırlardı büyük ablam her iftarda. Abilerimden biri her gün saatler önce köyün tek bakkalından sıraya girerek yetişirse aldığı buz parçalarını da içine atar maşrapayla taslarımıza doldururdu.
Sofralarımızın içi sade ve tenha ama etrafı kalabalık ve zengindi o zamanlar.

Eğlenmenin ve gündüz birbirimize doyamadığımız arkadaşlarımızla yeniden buluşmanın habercisiydi teravihler. Babamla beraber giderdik. Bazen ondan önce bile giderdik.Namaz kılar bazen de namazın orta yerinde gülerdik. Her selamdan sonra mutlaka ön saflardan sahibini görmediğimiz bir sesten azar yerdik. Bazı büyükler aramıza girip namaz kılardı gülmemize mani olmak için.
Çocuktuk, kendimizi tutamazdık, yine gülerdik.

Yağda kızartılan sıcacık tatlı ekmek kokusu, annemin sesi ve okşamalarıyla kalkardık sahura. Oruç tutmasak da kalkmak isterdik. Annem de kaldırmak isterdi zaten. Siz olmayınca tadı olmuyor derdi.
Bayram sofrası kurulur gibi kurulurdu sahur sofraları. Annem, babam, abilerim, ablalarım, kardeşlerim, yeğenlerim, bir aradaydık. Sofra kurulana kadar yer yataklarımızın üstünde taklalar atardık. O gün sahura kalkamayan olursa ertesi gün ballandıra ballandıra anlatır kıskandırırdık.
Ramazan ayı, oruç, açlık etkilemezdi bizi. Hayatın tadı vardı. Sokaklar, oyunlar, dünya bizimdi. Mutluluk seslerimiz mahalleyi inletirdi.
Sabah erkenden çıkardık bizim dünyamıza. Tahtadan yaptığımız kılıçlarla ve silahlarla savaşırdık. Yalandan yaralanır esir düşerdik. Ölürdük bazen. Galibiyetlerimizi sahura kalkmaya ve fazla yemek yemeye bağlardık. Yenilen arkadaşlar “bugün sizden daha çok yiyeceğiz ve sizi yeneceğiz” derlerdi.
Savaşlarımız yalandı ama mutluluğumuz gerçekti.

Ramazan ayının sonuna yaklaştıkça hüzün ve sevinç birlikte yaşanırdı. Ramazanın hediyesi bayram heyecanı da karışırdı bu duygulara. Ramazanın son günlerinde büyüklerimiz kireç badana, temizlik, bayram alış verişi işleriyle uğraşırken biz çocuklar da günler öncesinden başlardık bayramlık elbiselerimizi ve lastik ayakkabımızı giyip giyip çıkarmaya.
“Ramazanın ilk ve son iftarı daha güzel olmalı” derdi babam. Onun için son gün daha bir özenle ve masrafla hazırlanırdı sofralar. İftar sonrası giydiğimiz bayramlıklarımızla tesbih namazına gider birbirimize gösterir ve artık bayram sabahına kadar üzerimizden çıkarmazdık.

Ramazan böyle biterdi. Bir sonraki ramazanın özlemi başlardı son akşamına uzandığımızda ramazanın.
Yıl döner, biz bir yıl daha büyür ve çocukluğumuzun diğer ramazanları da akıp giden su misali hayatımızdan geçip giderdi.
Yıllar geçtikçe bu ahenk bozuldu. Tahta kapılı, çim bahçeli caminin yerini beton ve soğuk bir cami aldı. Cami büyüdü cemaat küçüldü her geçen Ramazanda. Eski tad, eski coşku, eski heyecan da kalmamıştı.
Elektrik geldi köye sonra. Siyah beyaz tek kanallı televizyonlar girmeye başladı evlere. Ve biz git gide küçüldük camide, sokakta, her yerde.
***
Uzun uzun çalan telefonumun sesiyle uyandım. Çalan telefonum beni tekrar çocukluğumun otuz yıl sonrasına, yalnızlığıma uyandırmıştı. Yoktu kimse yanı başımda.
Geçmişe bir özlemmiş bütün gördüklerim.
Ve ben hala her ramazan geldiğinde aynı özlemi duyar, “Şimdi Bana Çocukluğumun Ramazanlarını Verseler” diye mırıldanırım içten içe.
 
 
Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve mersintime.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.